sen benim gözlerimin feriydin,
ama ben bile bunun farkında değildim....




Photo copyright:
sun rain and lovely chicken 1 by *Supermalade on deviantART

Kısa Hayat Dersleri-1

Erkeklerden beklentilerinizi en somut seviyede tutun.


Kadın : "Sevgilim, çevremdeki bütün yaşıtlarım evleniyor..."
Adam: " Hiç o topa girme."
Kadın: " Aşk?"
Adam: "Cık!"
Kadın: "Peki, o zaman Ice tea'nin gerisini getirir misin?"
Adam: "Hemen getiriyorum bebeğim!"

...if you dare?

Anladım ki bir insanı sevmek, onun size yaşattıklarını sevmek değildir. Karşınızdakini sırf “O” olduğu için seviyorsanız, çekici buluyorsanız -ki bir noktadan sonra ikisi birbirini tamamlar- doğru yerdesiniz demektir. Yani demekmiş.
Böyle uzun boylu laflar etmek için bir kere, iki kere hadi bilemediniz 5 kere sevmek yetmez. Bin beş yüz kere seveceksin, acı çekecek, üzelecek, üzeceksin ki anlayabilecek, aradaki farkın ayırtına varabileceksin.



Üç kişilik aşk olmazmış, göreceksin. Severken eline yüzüne bulaştırıyorsan eğer, beceriksizsen bunu kabul etmeyi bileceksin. Zira ‘Sevmek’ –mış gibi yapmayı kaldırmaz. Saklanmayacak, saklamayacaksın; olmuyorsa ‘olmuyor’ deme cesaretini göstereceksin. Kırıp, dökmeden sevilmiyor, bunu öğreneceksin.

Üzmemeye çalıştıkça daha beter üzdüğünü anlayacaksın. ‘Üzgünüm’ demen bir halta yaramayacak ama gene de diyeceksin. Çünkü gerçekten üzgün olsan da, karşındakinden öteye gidemez senin ki. O da sana cevap verecek “ Madem üzgünsen neden böyle yapıyorsun?”, diyecek laf bulamayacaksın, susacaksın. Tıpkı senden önce binlerce, milyonlarca terk eden ‘zalim’ sevgilinin davrandığı gibi davranacak, susacaksın; seni anlamasını bekleyeceksin çaresizce. Bütün o kararlı konuşmalar sana zehir olacak; sen zehri akıtırken benliğinden, verdiğin acıyla karşındakini zehirleyeceksin.
Öpüşürken başkasını hayal ettiğin biriyle değil, tam tersine gözlerini bir saniye bile ondan ayırmadan seviştiğin kişiyle beraber olmalı insan. Hiç kimseye haksızlık etmeden sevmeli.



Gözlerinin içine bakamıyorsan ya da kafan güzel olmadığı sürece onu arzulamıyorsan, haksızlıkların en acımasızı bu. Bu kadar “-mış” gibi yapmaya içindeki şeytanın dahi hakkı yok.
Bırak acıtacak sahi olsa ‘-di’li geçmiş zamanda kalsın her şey. Zira kırıp, dökmeden sevmek olmuyor.
Aşk iki kişilikse, sadece ‘O’ olduğu için sevdiğin kişinin yanında ol. Başkalarıyla birlikteyken, hayalini kurduğun insana git. Hayalini kurma gerçeğinin yanında ol. Zira şu yaşamdaki en hakiki şey ölümken, kendi gerçeğini seçtiğin, onun peşinden gittiğin için kimse seni suçlayamaz.
Şimdi söyle bakalım Cesaretin Var mı Aşka?


06, Haziran, 2010 İstanbul


yatağımın ve benim içime yağmur yağıyor...

Şiir mi? O da ne ola ki?

Vakti zamanında bir iş için bu metni kaleme almışım. Sonra kullanılmamış, bilgisayarın bir köşesine atılmış byte'lar olarak kalmış kelimlerim. İçim el vermedi bari şuracağıa koyayım istedim. Buyursunlar, Şiir ne olaki...?



Ardı ardına dizilmiş kelimelerdir şiirdir.
Şiir duygudur,
Şiir güzelliktir,
Şiir aşktır.
Şiir, şairin aşka gelmesidir.
Şiir edebiyatın ta kendisidir!

Şiir verebileceğiniz hiçbir tanıma, hiçbir kalıba sığmaz. “Budur!” dersiniz, oradan taşar; “Şudur!” dersiniz, elinizle koysanız oracıkta durmaz. Ama illa ki bir tanım isterseniz, ses ve ritmin dilin sözcüklerinde can bulmasıdır şiir. Her şeyi anlatabilirsiniz şiirin dizelerinde; ne çok çektiren o nasırı, kıyıya vuran bir deniz dalgasını, bir vatana duyulan sevgiyi, sadakati ya da Mecnun’un Leyla’ya vuruluşunu… Edebiyat metinlerini dili kullanan araçlar olarak görebilirsiniz; fakat şiirin amacı sadece kendisi olmaktır.

Şiirin yarışı yoktur; kavgası vardır. Varoluş mücadelesi vardır. Şiirde dilin sesini duyarsınız. Yaşsız, zamanın ötesinde bir sestir bu. Size ta Homeros’tan da sesleniyor olabilir, Shakespeare’ den de. Antik Yunan’ın beş ana sanatından biridir şiir. Buradan bakınca, tüm edebiyatın aslında şiirinden geldiğini görürsünüz. Şiir gelişmez, ancak dönüşebilir. Fakat şiir dili günümüzdeki özgürlüğüne çok zorlu süreçlerden sonra kavuşabilmiştir.

Yüzyıllardır şiirin ne olup olmadığı ya da ne olup, ne olmaması gerektiği, neye göre inceleneceği edebiyatçıların ve edebiyatçı olmayan dilbilimcilerin, düşünürlerin oldukça çok tartıştığı bir mesele olmuştur. Yakın zamana kadar, yani 20yy.’ın başlarına kadar, şiirde hangi konuların işlenebileceğine az çok hüküm getirmiş olan ve daha ziyade şiirin üslup yönüyle uğraşan edebiyat camiası, geride bıraktığımız son asırda şiirin içine gündelik hayatın girmesiyle neye uğradığını şaşırmıştır. Artık ele alınması gereken konular birken, ikiye çıkmıştır.
Gelin hep birlikte şiirin tarihçesinde neler olup bitmiş bir bakalım.




Poetry by ~zebr on deviantART


Şiirin bugün de geçerli olan bir tanımına göre, şiirsel ile gündelik konuşma dili arasında çok ince bir ayrım vardır: Birtakım sözdizimleri, benzetme ya da eğretileme gibi sanatlarının sıkça ve bilinçli olarak kullanılması, belli bir "şiirsel" ses tonu şiir dilini günlük dilden ayıran özellikler olarak sıralanmaktadır. Fakat bu derli toplu tanım ancak modernizm öncesine aittir.
1910'larda Avrupa’da ortaya çıkan Yeni Ruh anlayışının etkisiyle, şiiri düzyazıdan kesin çizgilerle ayıran, önceden tanımlanmış söz sanatlarını bütünü ile sınırlandıran bakış açısından uzaklaşılmıştır. Şiirin gündelik dilden beslenmesi gerektiği ve ancak bu besinle kendini başına ilerleyebileceği önemli şairler tarafından öne sürülmüştür (örneğin İngiliz şair ve yazar T. S. Eliot). Klasik akım ile yenilikçiliğin kesişme noktalarından birini oluşturan Fransız şair Paul Valery ise, “şiirin gündelik konuşma dilinin içinde özel bölge olduğunu" söyleyerek aradaki yakınlık kadar farklılığa da dikkatleri çekmiştir. Valery'inin şiirle düzyazı arasındaki farklılığı kısaca açıkladığı bir örneği bulunmaktadır: “şiirle düzyazı arasındaki fark, yürümekle dans etmek arasındaki farklılığa benzer.” Açıklarsak, yürüme eyleminde insanın bacakları ve gövdesi, kendi varoluşları dışında bir amaca hizmet etmektedirler; bir yerden başka bir yere gitmenin aracı durumundadır. Fakat dans hareketlerinin kendi varoluşları dışında bir amaçları yoktur. Elimizdeki edebi malzemeye uyarlarsak, düzyazıda da dil bir mesajı iletmenin aracıdır; mesaj iletildikten sonra sözcüklerin ne olduğunun bir önemi kalmaz. Öte yandan şiirde vurgu, sözcüklerin işaret ettiği mesaj üzerinde değil, sözcüklerin bizatihi kendisi üzerinde yoğunlaşır. Şiirde mesaj dilin kendisinden ayrılmaz. Ünlü filozof J. P. Sartre da Qu'est-ce que litterature adlı eserinde (1947; Edebiyat Nedir?, 67, 1982), Valery'nin izinden hareket ederek, yazı dilinin "saydam, geçirgen", şiir dilinin ise "mat, ışık geçirmez" olduğunu, yani kendi dışını gösterme amacı taşımadığını söyler. Bir başka deyişle, şiirde "neyin" söylendiğinden çok, "nasıl" söylendiği önem arz etmektedir. Bu görüşte varoluşçuluğun etkisi açıkça görülmektedir.

Varoluşçuluğun karşısındaki akım, yapısalcılıksa şiirle manzume arasındaki ayrımı gereksiz görüp, düzyazıyı da yalnızca saydam bir iletişim aracı saymanın yanlış olduğunu savunmaktadır. Roland Barthes ve Gerard Genette gibi bazı Fransız eleştirmenlere göre, genellikle tüm metinsel anlatılarda öyle ya da böyle kullanılan söz sanatları ancak bir takım yöntemlerle çözülebilirdi. Bu görüşe göre, kurmaca şiiri de, düzyazı da kapsayan bir alan olarak görülmüştür. Zira kurmacalar gerçeğin kendisini vermez, bir takım edebi uzlaşma çerçevesinde gerçeğin dönüştürülmüş, yeniden kurulmuş halini verirler.
Fakat bu getirilmek istenen açıklamalar da şiirin neden farklılaştığını göstermek açısından yeterli değildir.

Bir başka görüşe göre, “bir şiiri bir dilden bir başka dile çevirirken; çevrilemeyen, çevrilemeden kalan şey neyse, o şiirdir.” Bir şiirdeki aynı duyguları, hatta aynı etkiyi başka bir dilde yeniden kurmak mümkün gibi görünse de, artık orada başka bir şiir olacaktır. Çünkü farklı bir dilde, farklı bir kültür ve gelenek içerisinde okunacaktır.

Şiiri aslında kendisiyle en çok özdeşleşmiş kelimelerden biri olan romantizm kuramı açıklamaktadır. Şiir, düşünceyle açıklanamayacak bir duyusal ya da maddi öğedir romantizme göre.

Şiirin konusu çoğu zaman şiirin bizzat kendisidir.
Tarih boyunca sürmüş tartışmaları aklımızın bir kenarında tutarak şiire kulak vermek en iyisidir.

Ve gerçekten en güzel şiir henüz yazılmamış olandır…

Suicide Notes...



İntihar notları tutuyorum gene buaralar.
Her yılın bu zamanı,
Doğum günü arifesi ve ertesi,
oluyor böyle.geliyor hey heyler.
getiriyorlar sağ olsun beni çok sevenler...

Eski Sevgiliden Mektup...

Senden ayrıldım diye seni takip etmediğimi nerden çıkardın? Sen ağlarken ben gidiyordum ama “seni hala seviyorum” dediğimde de dürüsttüm. Tıpkı seni ‘terk ederken’ saydığım nedenlerde dürüst olduğum gibi… Evet, seni takip ettim bunca zaman. Acı çekişini ve acını benim de görebileceğim her yerde sergilemeni, ‘bak, bunlar senin yüzünden oluyor!’ demeni izledim. Başka erkeklere, yeni ilişkilere yönelmeni seyrettim uzaktan uzağa. Seni hala seven bir erkek için inan hiç kolay değildi gördüklerime katlanmak. İnanmadın, belki de hala inanmayacaksın ama bana dönmek istemeyesin diye katlandım tüm bunlara. Bir yandan da seni göz ucuyla seyretme sorumluluğunu hissediyordum; çünkü seni bu hale ben düşürmüştüm ve bir delilik yapmandan inan ki çok korkuyordum. Neyse ki bu endişem her geçen gün azaldı; senin çevrene mavi boncuk dağıtmanı seyrederken ki acım hafiflemese de… “Bana başka çare mi bıraktın?” dediğini duyar gibiyim. Haklısın da. O gün de söylemiştim sana : “Ne dersen de bu masada haklı olan sensin. Ben ne dersem diyeyim haksız olarak kalkacağım bu masadan.”


Seni özlemediğimi mi düşünüyorsun? Evin baktığım her köşesinde izini görmediğimi mi? Ömrümün sonuna kadar bedenimde sana dair bir iz taşıyacağım; seni unutabileceğimi mi sanıyorsun? Benim için kolay olduğunu düşünüyorsun. Senin gibi bir kadından, hele ki seni severken ayrılmak kolay mı sanıyorsun? Bunca zamandır yanında kaç kere ağladım ben senin? Ya da yanında değilken de toplamda kaç kez ağladım, hiç hatırlıyor musun? Bilmedin ki, bilemezsin ki ben söylemedikçe. Sen o gün ve sonrasında da doya doya ağladın. Tam da senin gibi duygusal bir kadına yakışacak biçimde hüngür hüngür ağladın. Seni bir damla gözyaşına bile kıyamazdım ben, ki hala öyle. Ama sen ağladın ve rahatladın. En azından rahatladığını sanıyorum bu kadar zamandan sonra.
Peki ya beni hiç düşündün mü? Hayatta, ölüm karşısında bile ağlayamayan bu adamı düşündün mü? Her şeyi içinde yaşayan, göğüs kafesinin sol yanı her geçen sene biraz daha sıkışan bu adam acısını neyle bastırdı, nasıl geçirdi sensiz o günlerini? Alkol aldığında midesi yanan, sigarayı zaten içmeyen, tek gecelik ilişkiler kurmayan, gece hayatı olmayan beni düşündün mü benim halen güzel sevgilim… O gün saçlarını yeni kestirdiğini fark etmedim sandın değil mi? Benim sana dair bir şeyi fark etmemem mümkün müydü? Sana “Ne kadar güzel olmuşsun bebeğim” diyememek nasıl can yakıcı biliyor musun? Acı sadece sana mahsus sanıyorsun benim güzel aşkböceğim. “Canparem!” Bana en çok böyle seslenmeni severdim. Ayrılık acısını kendine tekelleşmiş sanma. Benim de en az senin kadar üzüldüğüme inanmıyorsun ama belki de senden çok yandı, acıdı canım. Hissettiğin acıdan diğer duyguların köreldiği için benim de üzülebileceğimi hesaba katmadın. Bana vurdukça vurdun. Kendin acınla bencilleştin. Buna hakkın da vardı. Ne de olsa seni yarı yolda bırakıp giden benim. Senden daha çok üzülüyorsam bunu sonuna kadar hak ettiğimi düşünüyor olmalısın. Öyle olsun benim küçük, güzel sevgilim. Sana “sevgilim” demeyi nasıl özledim bir bilsen! Tıpkı bana gecenin bir yarısı çay yapmanı, proje yazarken beni seyretmeni, oraya buraya saçılmış ıvır-zıvırlarımı sabırla toplamanı özlediğim gibi. Daha çok zaman özleyeceğim seni. Bunu adım gibi biliyorum. Ama gitmek zorunda olduğumu da biliyorum. İkimiz için de böylesinin daha iyi olacağına inan kendimi çok zor ikna ettim. Senin karşısında senden ayrılmak için oturmak, sana dokunamamak, ki dokunsam ikimiz de çözülürdük, o kadar zordu ki. Bunu bugün de anlamanı beklemiyorum. Belki daha sonra, ilerde bir gün bana hak vereceksin. Benim de üzüldüğümü, acı çektiğimi ve sensizlikte kahrolduğumu anlayacaksın. Belki o gün bana ettiğim bedduaları geri alırsın. Belki de çoktan unutmuş olursun, kim bilir…
Ben seni son nefesime kadar unutmayacağım böceğim.
Bebek… Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin benim için büyümemiş küçük bir kız çocuğu olarak kalacaksın. Bebeğim olarak kalacaksın. Seni hep güzel hatırlayacağım. Aksi mümkün mü ki?
Lütfen daha fazla ağlama. Her gözyaşını hala yüreğimde hissediyorum. Beni düşündüğün anları hissediyorum. Dışarıda yağmur yağıyor, gitme vakti benim için.
Hoşça kal benim küçük, güzel sevgilim…

Görsel:
Sad Couple by ~Shiskababe on deviantART

Gece Yarısı Saçmalaması...


Oturduğum bina pencere kenarındayken bile başınızın yukarı doğru uzatmadığınız sürece, göğü görmek mümkün değil. Sık ve bitişik apartmanlar arasında, ama gecenin iki buçuğunda dahi ayakta olan insanların olduğu sıradan bir İstanbul sokağı burası. Arabalar açısından biraz işlek bir cadde gibi ara sokak olmasına rağmen. Kaldırama oturmuş iki adam kulak misafiri olduğum ama bir türlü çıkartamadığım bir dilde konuşuyorlar. Arapça gibi Kürtçe gibi ama bu mesafeden anlamak mümkün değil.


Karşı apartmanın en üst katında genç bünyeleri uyku tutmamış herhalde, ya da onlar da benim gibi nöbetçi yarasalar bu gece. Ya bir müzik sesi ya da bir film diyalogu yaylıyor açık pencereden sessiz sokağa doğru; ya da daha çok muhabbet sesleri. O apartmanın yerinde bundan 15 sene evvel yıkık dökük tek katlı bir ev vardı. Sonra iş makinaları geldi ve benim şaşkın çocuk bakışlarım ardında kazdılar da kazdılar şu apartmanın temelini. Halen daha inşaat kepçelerinin yakınından geçmeye korkmam bundandır. İnşaat için değil de sanki beni almaya, kapıp götürmeye gelmişler gibi hissederim her seferinde. Çocukluk travmalarının gerçekten izahı yok.



İki genç güzel kadın siyah, pahallı bir arabaya bindiler tam da şuanda. Geri geri çıkarak terk ediyorlar sokağı, hem de ters ve yanlış yönden. Fakat gecenin bu vakti tek yönlü sokak kavramının elendiği saatler artık…
Hay Allah… Genç yarasalar yatmış bu arada. Ne zaman sustu o televizyon ve söndü salonun ışığı, gözümden kaçtı… Demek ki benim kadar baykuş değillermiş. Onlar gitti, yerlerine havlayan bir köpek geldi, ses unsuru olarak. Kedilere mi havlıyor, yoksa bana mı bilmiyorum.

Bir de gecenin yarısı taksiyle eve dönen eğlenceli tipleri seviyorum bu sokakta. Onlardan biri de benim, ondan olsa gerek. İstanbul’un kalbine arabayla 5 dakika olan bu sokağa taksiler iyice sarhoş olmuş, konserden veya eğlence mekanından dönen tipleri taşırlar. Genelde eve girdikleri saatlerde aşağı sokakta oturan hacı amcalar köşedeki camiye, sabah namazına gitmek için kalkmak üzeredirler.

Sevgili annem uykulu bakışlarla salon kapısını aralıyor,
“Sen hala yatmadın mı kızım?” Saate bakıyorum 3’ü çoktan geçmiş. “Şu yazıyı bitireyim yatıyorum annecim” diye cevaplıyorum ışığa bakamayan kısık gözlerini. “Geceyi gündüzü karıştırıyorsun” diye sessizce söyleniyor ve beni sokağın yavaşça azalan sesleriyle baş başa bırakıyor. Son bir sigara daha yakıyorum, aklımda hoşlandığım fakat çoktan yatmış, derdin derin uyuyan bir adam, sokağın ışıklarını seyrediyorum…


İzmir'i Özledim...

Hepsi bu. İki satır daha yazarsam kovercem şakır şakır ağlayacam Allahım'a...







Şu erkek denen yaratığın sağı solu hiç belli olmuyor. Hele o erkek sevgili sıfatına haizse çarpı 2!




Dün gece ben mışıl mışıl uyurken birisine demiş ki "bana gore 'bir insanın basına gelebilecek en müthis sey' bu ara benimle birlikte". Bu cümlede bahsi geçen en müthiş şeyin ben olduğunu düşünüyorum, yani umarım öyledir:)
Teşekkür ederim sevgili insanı; bir insanın en sıkıntılı anlarında pat diye telefon açıp "bana güzel bi şey söyler misin?" ricasına "sen çok güzel bir kadınsın" diyebilecek erkek, bir kadının başına nadiren gelebilecek en güzel şeylerden biridir. "Bir kadının başına nadiren gelebilecek en güzel şeylerden biri" bu aralar benimle bilikte...





Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

Best for Firefox, Opera&Maxthon @ 1280x720 :: Ocak 2008'den beri gelen giden: :: © 2007 - Eternity 9Kare.Net Yazı İşleri Ürünüdür :: iletişim::