hani insanın durduk yere ağzına sıçan şarkılar vardır ya...
ortada bi neden yokken; damdan düşer gibi. o anın içine düşer, kafana çarpar; canını acıtır.
bu da öyle işte. altında bi neden olmaksızın. "böyle şarkılar yazmayın ulan!" dedirten cinsten. serilip giden boğazın güzelliğine karşı insanı isyan ettiren; o an sevgilisinin yanına uçarak gitme isteği yaratan.. ne bileyim, kavgalıysa, kızgınsa bir an da yelkenleri suya indirten.. durduk yere acıtır mı bi şarkı be..bu acıtyor işte.
yolda giderken bir anda radyoda çalmaya başlasa, sağa çekip gözyaşlarını sildirtecek bir şarkı bu.
zar zor bırakılan sigaradan, yemini bozup bir fırt çekme sebebi gibi..
sabaha kadar içme arzu yaratan bir hüzün gibi.. aman be dinleyin işte.. ben böyle hayatın ızdarbını.. ayrıca 2007 bitmeseydi keşke.. neyse. badem'den tüm karagözlüler için gelsin bari..
Yağmurlu günlerde dışarı çıkamazdı.
Çıkmazdı. Çünkü su almayan bir botu yoktu. Ne zaman çıksa ayakları ıslanmış döner, iki güne kalmaz hasta olurdu.
Botu olmadığı için dışarı çıkmıyordu, ya 10 yıl aralıksız sürseydi yağmurlar? Marquez'in masalı gerçek olursa ne yapacaktı? On yıl pencere arkasında mı bekleyecekti? Ya sıkıntıdan ölürdü ya da açlıktan evdeki yiyecekler tükenince...
.
.
"evden hiç çıkmamalıydım!" diye hayıflandı kendi kendine, fark etmediği bir su birikintisine aniden basıverdiğinde. Oysa deminden beri ne kadar da başarılı geçmişti onca yağmur tuzağını ve hiç ıslanmamıştı çorapçıkları. Bir anda tüm ayağını sardı ayakkabısına giren yağmur suları; bir bakışla taş kesilen mitolojik kurbanlar gibi ayaklarının oracıkta donduğunu hissetti. Her adımda biraz daha ağırlaştı ıslanmış ayakları ve her adımda biraz daha hızlandı biran önce eve dönebilme arzusuyla.
Yağmurlu günlerde dışarı çıkmamalıydı, ta ki ‘yeni’ bir bot buluncaya kadar ikinci el dükkânlarda. Ama kimse kışın ortasında, sağlam botları satılığa çıkarmazdı.
Yılın altı ayı yağmurlu geçerdi bu kentte, Marquez'inkinden biraz daha kısa… Ve kendisini sokağa çıkartacak nedenleri ertelerdi başka kuru bir güne. Şu lanet olası botlar yüzünden yağmurdan keyif alamıyordu ki; sokağa çıkmak ertesi gün hasta olmakla eş anlamlıydı.
Durmak bilmedi yağmurlar o sene. Ve kentte hiç kimse su almayan botlarını kapının önüne koymadı, gelip geçen bir eskici alsın götürsün diye.
İnat etti dışarı çıkmamaya. Fakat hikâyesini anlatan, onu evin içinde mahsur bırakarak öldüremeyecek kadar merhametliydi. Götürdü kendi botlarını, adamın kapısına bırakarak zilini çaldı ve uzaklaştı hemencecik. Bir iyilik yapıyorsan, bunun denize atılması gerekirdi. Eh yağmur birikintisi de ufak bir deniz sayılabilirdi pekâlâ. Hikâyeci dışarı çıktığında ayakları su alsa bu onun için ufak bir değişiklik olurdu; su geçirmeyen botlarsa inatçı adam için hayatın anlamı demekti o kış. Bunu bile bile evin içinde mahsur kalmasına gönlü el vermezdi. Masalcı Marquez’i düşündü, gülümsedi. Kimse yağmurdan ölmemeliydi…
ara beni, bul beni aşk
deliler gibi.
ılık ılık.
altına yatmak istiyor insanyağmur böyle yağınca..
bazıları da kaçışıyor,
ya da dinesiye dek sığınıyor bi saçak altına.
öylesine yağıyor ki,
"ben burdayım, haydi dışarı çık oynayalım"
dercesine..
ılık ılık..
öylesine güzel ki yağmur,
haksızlık ona pencere ardından seyirci kalmak.
bense öylesine kayıtsızım, öyle boşvermişim ki artık,
yağmur'a edebildiğim kelam böylesine sığ kalıyor artık....
artık yaşamak yerine yazıyorum. tüm mesele bundan olsa gerek...
ara beni, bul beni foto-şiir
Koşuyorum.
Hani şu kız var ya, neydi ismi?
Lola.
Evet, işte Lola gibi koşuyorum.
Kuşlar ürküp, havalanıyor,
Yanından geçtiğim insanlar kızıyorlar bana.
O koşuşun içinde bir dede, eğilmiş torunun ayakkabısını bağlıyor.
Sabah güneşi üstlerinde parlıyor. Ve ben bu sıradan -ama bence büyülü- anı fark ederek yanlarından,
koşarak geçiyorum.
Torbasına, omzuna çarptığım insanları sinirlendirerek,
Kızıl kafalı Lola gibi koşuyorum.
‘Eskiden benim de saçlarım onun ki kadar kırmızıydı’, diye geçiriyorum aklımdan,
Aynı anda çantamı kavrayan sağ elim zıplayan göğüslerimin üstünde; koşarken daha az dikkat çekmeye çalışıyorum..
‘Lola’nın göğüsleri ufacıktı, ne rahat koşuyordu’ , diyorum içimden.
Koşuyordum o sabah, fakat bu sefer boşunaymış.
Koştuğum yere meğersem çoktan yetişinilmiş.
Ben kuşları boş yere ürkütmüş, insanları yok yere kızdırmışım sabah sabah önlerini keserek.
Haberim yokmuş; yetişmemin gereksiz olduğunu bilmiyormuşum.
Koşmuşum boşuna.
Bir tek dede özlemim sahiciymiş o sabah;
Bir tek o koşulmaya değermiş…
ara beni, bul beni aforizma
Tüm çıplaklığı ile, tüm samimiyetiyle yazılmış bir e-posta karalaması. makaslanması, derlenip, toplanması, "edit"lenmesi gerekmiyor. Olduğu gibi. Çünkü, biz edebiyatı böyle çıplak anlatabilmek için sevdik.
ara beni, bul beni aykırı yazılar, edebiyat, hezeyan
ben bu parçayı, renkli ve umutlu klibine inat hüzün ile tanımlamak istiyorum. sırf o akustik müziğinden dolayı. Evet, kabuk sarmış hatıralarım var akustik gitarlara karşın..

Bir de, bu akşam seyrettiğim bir dizide tesadüfen ve çok anlamlı bir bölümde rastladım. Öyle seyredince hüznün ta kendisini yaşıyor insan..
Travis abimizin hicazkar makamındaki bu eserini, Grey's Anatomy 3. sezon 11. Bölüm kapanış şarkısı olarak kullanmışlar. O dizi ekibinden kim seçtiyse bu şarkıyı, kendisine Yılmaz Erdoğan'ın "Hüzünbaz Sevişmeler" kitabını armağan etmek istiyorum.
Bir sonbahar ruhu hakim zaten bünyeme, kendimi sarı yapraklara atıcam..
dinleyin, sevdiklerinize dinletin..
ben buralarda yokken, canıım memleketimi bir seçim rüzgarıdır almış gidiyor..
gene boğazımıza kadar seçim sloganına, bangır bangır geçen seçim otobüslerine, ve becerebilse gökyüzünü tamamen kapatabilecek bayrak ve flamalara boğulduk.
tiki arkadaşların deyimi ile "kaal geldi", pek gideceğe de benzemiyor temmuz sonuna kadar.
bir de iktidar sahiplerinin, bu işin cılkını cıkartma mevzuu var. yerel yönetimlerde başta oldukları diğer şehirleri bilemeyeceğim ama İstanbul AKP'nin seçim propogandasına meze olmuş durumda. göbeğinden zeytin yenilen zennube misali, tüm bedenini ortalığa saçmış biçimde, kusturucu bir seçim reklamı manyaklığına güzelim şehrimiz kurban gidiyor. bu reklamların arkasında da, çekilen peşkeşleri, henüz, biz aciz kullar göremiyoruz. Tam "bi tek şikayetçi deli benim, kendi kendime söyleniyorum; herhalde herkes memnun bunlardan" diyordum ki, şurdan ulaşabileceğiniz Baran Tuncer imzalı yazı yüreğime su serpti. Bir Allah'ın kulu, bir İstanbulsever belediyenin "overdose"una eleştiri getirmiş, gözlerime inanamadım.
Zaten yol yapımı için verdiğimiz vergilerle yaptıkları üst geçitleri, gözümüze gözümüze ne amaçla soktuklarını bizzat sormak isterdim-ki hali hazırda böyle bir hakkım mevcut.
Ama vergi-hizmet konusunu başka bir başlıkta ele alacağım; bundandır ki şimdilik açınız, linkteki ilgili eleştiri yazısına bir göz atınız.
Sayın istanbul büyükşehir belediyesi titre ve kendine gel bi zahmet. !
"Seçim Kampanyası Süresince 15 Milyon İstanbulluya Görüntü Kirliliği Yarattık! Yola Devam!"
Artık neredeyse yaygın hiçbir dilin kelimelerini web sitesi adresi olarak kullanmak mümkün değil. Çünkü hepsi alınmış durumda. Peki kim bu adres avcıları?
İnternetin popülerleşmeye başladığı yılların en çarpıcı haberleri yüksek bedeller karşılığı satılan web adresleriydi. Kimi örnekleri milyonlarca dolara alıcı bulan adresler bir anda yüz binlerce kişinin alınmamış adresleri avlamasını tetiklemişti. Bugün gelinen noktada internette sonu .com ile biten bir adres bulabilmek tamamen tesadüflere bağlı...
Soğuk.
Dondurucu değil belki ama,
Paylaşılmadıkça daha da soğuk olan soğuklardan.
Yalnızlığın soğuğuna denk bir, lodos soğuğu..
mürekkebi donduran cinsten..
30saniye ile kaçırılan vapurların öfkesi gibi soğuk.
Çayla veya ellerini birbirine sürterek ısınmana izin vermeyen bir soğuk.

İnsanı bir dilenciye,
bir şaire,
ya da bir martıya
çevirebilecek kadar çok soğuk.
ve lodosa inat alabildiğine sakin bir deniz.
denizin kıyısında açgözlü martı;
açgözlünün gagasında ekmek parçası;
denizin kıyısında bir şair bozuntusu,
bozuntunun elinde mürekkebi donan
bir kalem...
açgözlü martı,
şair bozuntusu,
ikisi de boğaz derdinde,
Boğaz lodosun derdinde.
lodosun takıntısı soğuk,
o da fanileri dondurmanın derdinde..."
08.01.07 beşiktaş-istanbul.
ara beni, bul beni foto-şiir
Siz, saatleri yaşadınız.
Zamantaşlarını...
Niceldir saatler...
Adsızdırlar. Renklerini, kokularını kişiselliklerden alırlar...Siz, saatleri yaşadınız.
Henüz sözcük haline dönüşmemiş, ya da bir sözcük karşılığı oluşmamış durumlar yarattınız.... Aylar ayları açıklıyor. Saatler saatleri kum saatiyle açıklayabiliyor.
Açıklanmayan tek şey, AŞK..
Cemal Süreyya
ara beni, bul beni foto-şiir
Benzersizlik özlemi
Bugün bunu biraz açmak istiyorum. Bu kavramın bizim tarihçiliğimiz çerçevesinde oynadığı rolün olumlu olduğunu düşünmekle birlikte, 1) Osmanlı toplumunun temel yapısını açıklamakta ve 2) Modern Türkiye'nin siyasi üstyapısını açıklamakta yeterli olduğu kanısında değilim. Bugünün Türkiye'sinin niçin böyle bir ülke olduğunu anlamak üzere, o kadar eskilere gitmek bence çok yararlı bir uğraş değil, 'modernizasyon' sürecinin kendisine bakarak çok daha verimli sonuçlar alabiliriz. Bu sürecin 'özne'si kim, öznenin 'ideoloji'si nasıl bir ideoloji, süreç nasıl bir ortamda işliyor? Bu bağlamda, ilgili bir konuya daha değineyim: Osmanlı'da yürürlükte olan üretimin ne olduğu tartışmasına iktisat tarihçisi Ömer Lütfi Barkan da katılmıştı. Barkan, Marksist değildi ve 'ATÜT' gibi bir yaklaşımı da yoktu, ama Batı feodalizminden farklı bir yapı olduğunu savunduğu için o da bu tartışmalara katılıyordu. Barkan'ın bu yaklaşımını birçok milliyetçi tarihçide de görebilirsiniz. Milliyetçi ideolojinin, 'kendi geçmişini benzersizleştirmek' diye özetleyebileceğimiz bir eğilimi vardır. Tarihçiliğin kendisi olgularla uğraşmak zorunda olduğu, olgular da, yakından bakıldığında, hep çok özgül göründüğü için, bu eğilimin doğrudan doğruya disiplinin kendisi tarafından teşvik edildiği de söylenebilir. Hiç şüphe yok ki bu özgüllükler önemlidir ve birtakım genellemeler içinde boğulup gitmelerine meydan verilmemelidir. Ama insan topluluklarının tarihi serüvenlerinde, benzemezlikler kadar benzerliklerin de yeri olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü sonuçta insan yaşantısı insan yaşantısıdır ve tıpatıp aynı iki topluluk bulmak mümkün olmasa da, bir topluluğun bir tarihi özelliğinin benzerlerini başka birçok toplulukta bulmak mümkündür. Bunları görmemekte ısrar edersek, 'biz bize benzeriz'cilikten 'Türk'ün Türk'ten başka dostu yok'çuluğa kolayca kayarız, çünkü bunlar birbirine oldukça yakın mevkilerdir. Bu çerçevede Türkiye'nin modernleşme süreci de büsbütün benzersiz, eşi menendi görülmemiş bir şey değildir. Bu hareket, ilk ulus-devlet örnekleri Britanya, ABD ve Fransa gibi, aristokratik ve kolonizatör bir egemen yapıya karşı bir örgürleşme mücadelesi olarak başlatılmış bir orta sınıf (burjuva) hareketi değildir. Dolayısıyla süreç oradakilere benzemez (Türkiye'de olan birçok şey, o toplumlardaki bazı özellikle yakın olsa da). Ama Almanya veya Japonya gibi, modernizasyonun ordu öncülüğünde yapıldığı ülkelerle bizim aramızda, bu temel noktada bir benzerlik veya bir ortaklık vardır (tabii gene başka ayrıntılara geçtiğimizde, ortaklığın yanında pek çok farklılıkla da karşılaşırız). Var olan bir baskıcı devlet yapısından kurtulmak için mücadele etmekle, 'devleti kurtarmak' için mücadele etmek arasında ciddi bir mesafe, bir farklılık var. Bu, dünya haritasının hangi noktasında bulunurlarsa bulunsunlar, birincilerle ikincileri kalın bir çizgiyle birbirinden ayırmıştır.
kaynak:http://www.ntvmsnbc.com/news/410398.asp
Güncelleme: 17:47 TSİ 07 Haziran 2007 Perşembe
NEW YORK - Los Angeles şerif sözcüsü Steve Whitmore, sağlık görevlileriyle yapılan görüş alışverişinin ardından, Hilton’un sağlık nedenleriyle erken salıverilmesine karar verildiğini açıkladı. Sağlık nedenlerinin ne olduğu konusunda bilgi verilmedi.
Whitmore, bugün cezaevinden çıkarılan Hilton’un ayak bileğine elektronik izleme aygıtı takıldığını ve 40 gün boyunca kendi evinde hapis kalacağını belirtti.
Onlar açıklamamış, ben açıklayayım size ne olduğunu : Hanfendinin fönü kaçmış! Belki de zorlu hapishane koşullarından dolayı tırnağı kırılmıştır ve özel manikürcüsü ve kuaförü ve de makyözü yanında olmadığından dolayı kırık tırnakla ve fönsüz saçlarla gezmeyi psikolojisi daha fazla kaldıramamıştır? neden bu kadar gidiliyor bu kızcağızın(!) üstüne anlamıyorum. Güzel ve zengin olmak suç mu? Kimse çekemiyor kendi parasıyla porno çeken yapmacık ultra sosyete bebeği.. Hayret bişii yani.
ara beni, bul beni yorum
"AA - İSTANBUL - Türkiye nüfusunun yaklaşık yedide biri, her gün İstanbul toprakları üzerinde bir yerden bir yere gitmeye çabalıyor. Büyükşehir Belediyesi'nin rakamlarına göre, İstanbul'da her gün 8 milyon 445 bini toplu ulaşım aracıyla, 3 milyonu da özel araçla toplam 11 milyon 445 bin kişi seyahat ediyor.
İki denize kıyısı olan kentte, günlük seyahatler buna rağmen karayolu ağırlıklı. Kent içinde lastik tekerli araçlarla yapılan seyahatlerin oranı yüzde 89'u buluyor. Yaklaşık 5 bin minibüsün ulaşımdaki payı yüzde 20.72. İETT'yse toplu taşımanın yüzde 30.78'ini yükleniyor. İl genelinde 18 bin taksi ve 572 taksi dolmuş da her gün 1 milyon 200 bin yolcuyu (yüzde 14.20) taşıyor. Devlet Demiryolları ve İstanbul Ulaşım A.Ş.''ye bağlı raylı sistemlerde taşınan yolcu sayısı 930 bin. Bu rakamın toplu taşıma sistemi içindeki payı yüzde 11. Denizin toplu taşıma içindeki payı sadece yüzde 4.32..."
ara beni, bul beni yorum
gönlümüzde taht kurmuş sanatçılar reklam filminde oynamasın!
0 yorum yazar,çizer Duygu KocabaylıoğluTam "bizden sömürdükleri vergi paraları için bu kadar düşülmez!" diyordum ki, MFÖ efsanesinin "M"si bünyemde engel olamadığım titreşimler, depremler yarattı. Nerde kaldı ağır abilik? Nerde kaldı 'şapkasız çıkmam abi' imajı? Okuduğun reklam metninden bi'haber misin sevgili Mahzar Alanson? Ya sarı laler ısmarladığın sevgili eşin? Tüm temiz gençlik duygularımı yüklediğim şarkı sözlerini yerle bir etmeye ne hakkınız var üç kuruş için?
İlhan Şeşen amcamız da insanüstü enerji tasarrufu sağlayan buzdolabı ile ilanı aşk ediyor. Artık reklam gereği midir, yoksa yıllarca aşkın, sevginin sıcaklığını hissettik sesinden şimdi buzdolabı gibi mekanik bi' cihaz üstünden nasıl aşk felsefesi yapacağız hocam?
Anlayan beri gelsin. Adı geçen tüm ünlülerden nacizane bir gönül dostu olarak cevap bekliyorum,
nedir arkadaşım bu kapitalizmin sanatı sürüklediği nokta?
hadi ben sıradan bir edebiyatçıyım, reklama, paraya ihtiyacım var.
Cem Yılmaz'ın o kadar parayla, benim kulaklarımı zedelemeye ne hakkı var?
yazarlarını, 'kreatif art direktörlerini' silkinip kendilerine gelmeye davet ediyorum.
bitti. rahatladım valla. iyi ki varsın blog..
ara beni, bul beni yorum
İnsanlar ölüyor.Çocuklar,
hem de en masumundan,
çıplak.
Kemik torbası çocuklar,
Gözleri çipil çipil.
Bir gözleri kalmış zaten,
Aç aç..
Artık bakamıyorlar bile.
Afganistan Mayıs'07 ©ntvmsnbc.com
Sırtım hafif hafif sızlıyor
diye
mızmızlanmayı hak sayıyorum kendime.
Oysa çocuklar ölüyor,
Bense nankörlük taslıyorum.
Tanrı insanlığın fişini çekse artık.
Çocuklar daha doğmadan ölmese…
diyorum.
diliyorum.

mükemmel dairenin ortasında, insanlığı temsilen mükemmel dişi...doğurganlığım sembolü, neslin devamı...
telaşlanmayın hemen, burdan yola çıkıp leonardo üstüne ahkam kesmeyeceğim, ya da kadınları küçümsediğini, ve diğer çağdaşları gibi erkekleri yücelttiğini de söylemeyeceğim..
Hele Dan Brown'a göre, bütün gizem zaten da Vinci'nin kutsal dişi simgelerinde gizli... Ama insan anatomisinin mükemmeliğini anlatırken neden "human=man"e dönüşüyor bunu anlamaya çalışıyorum...
ara beni, bul beni aforizma
bugün 1 haziran.
bugün "zamanın asla ölmediğinin" benim hayatımdaki kanıtı.
bugün bir hastane penceresinden İstanbul'a bakıp, "herkes dışarda cıvır cıvır askılılarla, sandaletlerle yazın gelişini kutluyor, benim bu hastane odasında ne işim var lan?!" sorusunu sorduğum gün. Çıkarın beni burdaaaaaaaan!
1 haziran takvimlere göre yazın ilk günü.
Benim ömrüme göre ikinci doğum günüm,
uyanışım, aydınlanışım; yaşamı yeniden sevişim.
"Bir şeyler değişsin artık." dediğim,
Bazılarından geri dönsem de kendime sözler verdiğim gün.
Hayatın, bana ne kadar güzel olduğunu hatırlatmak için attığı tokatın 3.yılı bugün.
ve ben gülerek hatırlıyorum şimdi o pembe pijamalı, salak halimi:)
Bugün yazın ilk günü!
and I'm still alive...
ara beni, bul beni aforizma

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, üstüne edilecek kelamın çok olduğu günlerden; ve üstünde binlerce safsatanın uçuştuğu günlerden biri aynı zamanda.
tek bir söz edeceğim, toplumların, cinsler arası ayrımcılığın tarihi üstüne felsefi, sosyolojik öğrendiğim, okuduğum, bildiğim ne varsa bir kenara koyarak. somut tek bir kelam:
"dünyada" demek isterdim, fakat bu insanoğlu canlıların en zalimi olduğundan dünya fazla büyük bir coğrafya olarak kaçar benim tanımıma; bir ülkede "kadın sığınma ve bakım evi" adıyla açılan ve sayıları azalması gerekn yerde artan kurumlar, mekanlar varsa tüm edeceğimiz aklı selim kelamlar boş safsatadır. medeniyetimizin seviyesi büyükşehirlerde "sınırlı sayıda" var olan ama kırsala gidildikçe sayıları azalan kadın sığınma evleriyle ölçüldükçe vay halimize.. bu dünyanın dengesini bile bozma gücünü elinde bulunduran biz kadınların vay haline...
ara beni, bul beni gündem
jüri özel oscarı, gönüllerin oscarı, babil'de dilini kaybeden insanoğlu...
0 yorum yazar,çizer Duygu KocabaylıoğluSözlerime, öncellikle kendimi "gelmiş geçmiş olabilecek en tembel blog yazarı" oscarıyla onurlandırarak başlıyorum. Ayrıca Blogger yetkililerine nacizane tavsiyemdir, her dalın iyi kötü bir oscarcığı var, neden "blog oscarları" da olmasın? evet, olsun. jüri de beni bu özel ödüle layık görsün.
Çok bilmiş bir sanat eleştirmeni gibi ahkam kesecek değilim akademinin kararları üzerine. Ne aday gösterilen ya da ödül verilen tüm filmleri seyrettim, ne de engiiiiiin okyanuslar gibi sinema bilgisine haizim.. Ama, hayranı olduğu yönetmen ve filmi umduğu kadar takdir edilmeyince hayal kırıklığına uğrayan bir sinemaseverim. Filmografisi aman aman kabarık olmayan bir yönetmene, yani Alejandro González Iñárritu'ya diğer ustatlar dururken hayran olmak küçük görülebilir;
fakat bu adamın filmlerindeki anlatım dili, bütünlük, akışkanlık, izleyiciyi vuran "hadi be!" etkisi o kadar güçlü ki..Üçlemesi ( Amerros Perros, 21 Grams, Babel) sonunda hayran kalmamak, özellikle benim gibi, keşisen hikayeler hastası bir seyirci için, biraz zor. Aday gösterildiği yedi daldan sadece "en iyi film müziği" ('best soundtrack' diyor ecnebiler) oscarcığını verdiler Babil'e.

Ve şuan bu albümü dinleyerek yazmak hem büyük bir mutluluk, hem de bir parça burukluk.. Zannımca Akademi filmde kullanılan 3'ten fazla farklı dili (ingilizce, arapça, japonca, ispanyolca ve yanlış hatırlamıyorsam bir yerlerde fransızca da vardı.) anlamakta zorlandığından dolayı, bir kültür yelpazesi sunan bu harika filme sadece en iyi müzik ödülünü vererek işin içinden çıkabildi. Dillerin gelin çorbası misali karıştığı, insanların artık birbirini anlamadığı kaosun başlangıcı olan Babil, "dünyanın elde kalan evrensel dili müziktir!" dedi.
Gecede en iyi film ve en iyi yönetmen oscarı, bariz bir özür babında Martin Scorsese'ye gitti. Eyvallah, üstatlardan takdiri esirgememek gerek elbette. (her ne kadar bu doğulu saygısını ihtiva eden bir bakış olsa da...) Fakat, en iyi orijinal senaryo ödülünü de mi çok gördünüz? Gerçi ödülün verildiği "Little Niss Sunshine" filmini izlemeden bu yorumu yapmak ona da haksızlık oluyor; ama favorisinin haksızlığa uğradığını düşünen her insan gibi saldırganlaştım! Hırrr..
Belki sadık bir Iñárritu hayranı olarak benim beklentim çok yüksekti, bilemiyorum. Ve de çok büyük ekonomik çarkların döndüğü bir sektör üstüne, muhtemelen birilerinin göbeğini kaşıya kaşıya güldüğü yorumlar yapıyorum..
Bu toprakların insanı gönlünden geçen takdir görmezse, gönüllerin oscarını vermeyi çok sever. BABİL de çoktan benim ve Iñárritu hayranlarının "gönül oscar"ına haiz olmuştur zaten...
Buarada filmin müziklerini edinin, bulun dinleyin...insanın içini ısıtan ve özellikle bizim coğrafyamıza çok yakışan ezgiler mevcut.
diplere not: http://limonluknet.blogspot.com/2007/06/geri-dnemeyen-leme-irritu-ve-kader.html adresinde yönetmenin üçlemesine dair yaptığım sinema yorumlarını da okuyabilirsiniz..
hikayeye devam, ama başka bir sahnede. Adı: aşk oyunu. perde yaşla orantılı. “act” bilmem kaç…
Kadın hiç tanımadığı adamla duvara sırtını yaslamış yan yana oturuyordu.
parmaklarının arasında tuttuğu yarım sigaraya baktı, zamanın geçiciliğinin kanıtı gibi.
Adam kendi belirsizliğinde kaybolmuş bu kadına içten içe kızıyor ama gene de bir şey diyemiyordu, kadının o sigaraya o an ihtiyacı vardı, o da bunun farkındaydı.
karşı ki duvarı izliyorlardı.
sıradan tuğlalar, çöp bidonları, karton kutuda sırnaşık iki kedi…
tipik bir çıkmaz sokaktı kadının yaşadığı, adamın da bir süreliğine misafiri olduğu…
Kadın çöp bidonlarından bir anlam çıkartmaya çalışıyordu inatla.
Adam kadının parmakları arasından sigarayı alıp bir nefes çekti içine...
”Beni izlerken canın yanıyor mu?”
Cevap vermedi bitkin kadın… okunmuş ve kuponları kesilmiş gazeteler gibi hayattaki işlevinin bittiğini hissediyordu.
Adam sigarayı söndürdü duvara basarak...siyah bir iz bıraktı oracıkta. “Bu iz içimize değil, bırak da duvara işlesin…” sonra gözleriyle bidonları sordu kadına, orda olmalarının tek nedeni buymuş gibi…
"boktan hayat felsefemin ürünü onlar..." ... 'hadi anlat' dercesine baktı adam bu duru yüze.
"yaşamadıklarımdan pişmanlık duyacağıma, yaptım yaşadım, en azından yaşadıktan sonra pişmanım demeyi yeğledim her zaman. bir bok yedim belki, kötü sonuçları da oldu ama ben çektim, gördüm; hayatı deneyerek öğrenmeyi seçtim hep.
ve sonuçta karşındaki çöp bidonları ortaya çıktı. ... üstelik pis de kokuyor...
şimdi seninle bu duvara sırtımı yaslamış meçhul çöpçümün gelmesini bekliyorum... ama bu kadar yığını belediye gelse kaldıramaz"
dalgaya vurdu son anda, adam yüzünde sevimli ve etkileyici bir tebessüm…
“ve ben hala pis kokuyorum....”
“pis kokan sen değilsin...o çöp bidonu ve içindekiler, senin attıkların, yaşadıkların, sildiklerin, kokuşmuşların…
burada, şuan. ikimiz de sırtımızı yasladık ve dahalarını atıyoruz. çöpçümü...? gelmese de olur…
Çöp bidonları orda dursun yeter ki biz çıkmaz sokak da ışık olalım...
yol olmasa da biz yürüyelim. duvar olsa da duvara karşı yürüyelim
çarpsak da yürüyelim... geçemesek de... deneyelim yenilelim, ama olsun yine deneyelim yine yenilelim...”
yorgun yorgun baktı kadın… başını adamın omzuna koymak geçiyordu içinden. Masumca…sadece şefkat için… oysa adam savaşmaktan bahsediyordu…
“yenilmeyi sözlüklerden çıkartamıyoruz değil mi?? biraz erken ama ben yoruluyorum artık yenilmekten.
her yenilmek bir yenilenmek olsa da...”
***
Kamyon yanaşıyor… büyük bir gürültü ile..
Yerimden kalkıyorum…
Onun çöplere yönelmesini önlemek için…
Bırak bidonlar orda kalsın…
Sen beni götür buradan…
Bu çıkmazdan…
Üzgünüm duvardaki adam,
Kısa metrajlı filmimiz bitti…
ara beni, bul beni aykırı yazılar
bir günlük geçti elime geçenlerde... özel hayata saygı göstermek istesem de beceremedim...
AİDİYET
"iyi güzel söylüyorsun da,
ben kendime bile ait değilim."
...
hızlı bir geri kaçış:
dört dakika on iki saniye'lik.
Her şeyin henüz ilk olduğu,
kaydı parazitli bir anı.
kendisini nereye koyacağını kestiremediği
cızırtılı günler.
hayallere dair külkedisi öykülerinin
karalandığı günler.
...
zaman.
...
bir cafe.
bir tanışma.
sonra bir başkası.
ve de üstüne nicesi.
kimler geldi kimler geçti'nin
romantizminden kilometrelerce uzak.
ve
umursanmayan bir döngü.
"kendini nereye koyacağını bilemezsen,
ulu orta becerilirsin."
hem, soylu bir keyif de alıyordu artık
orospuluktan.
bu ülkede kim kendi mesleğini yapıyordu ki..
...
tekrar zaman...
bir sokak.
savrukluğuna tutulduğu bir adam.
adamda yalvaran bakışlar.
"gitme. bak bugün çıkıp para bulcam.
söz, temiz para. mal işi yok artık.
ama ne olur sen onlara gitme."
tekrarla az evvel mırıldandığını;
bu sefer yüksek sesle..
"ben kendime bile ait değilim."
kapıyı arala..ve evet sokaktasın.
ezeli, ebedi kucakta.
kucaklarda...
fahişenin güncesi'nden.
ara beni, bul beni aykırı yazılar
insan yapması gereken işi
o sırada,
kesinlikle yapmak istemiyorsa,
ne yapmalı?
1-günlerdir gözüne takılan ama tembellikten toparlamadığı ne varsa,
düzenlenemeli.
2- bloğuna ne zamandır bir şeyler karalamadığını,
hatırlayıp, " hemen iki satır doldurayım." demeli.
3- bir anda (!) akseden mide bulantısını,
başağrısına bahane göstermeli.
4- içinde bulunduğu lüks koşullarının
o işi rahat yapabilmesi için sağlandığını kendisine
hatırlatıp, vicdana azabı çekmeli
ve
işine başlamalı. :-) dimi blogcuk?
ara beni, bul beni hezeyan
"çekip gitmemi ya da ölümümü
samimiyetle arzulayanlardan
özür dilerim.
maalesef yaşamayı,
gururumu ayaklar altına alacak
kadar çok seviyorum.."
I wanna run away.. away.. a-way...
way...
...to an open highway..
kafiye olsun diye değil...
gidesim gelir. gitmez.
gitmem.
gidemeyeceğimden değil.
elim belim bağlı.
şimdilik çakılı.-yım.
ara beni, bul beni hezeyan
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa





