çok yedim, çok içtim
sindirmeye bir kasa soda lazım.
az gedim ama çok gördüm,
gördüklerimi sindirmek için yürek lazım.
çok okudum, çok da yazdım,
okuyacak okuyucu lazım.
çok film seyrettim,
çok fotoğraf çektim,
hayatı kadraja aldım.
henüz az yaşadım ama,
içini çok doldurdum.
çok yürüdüm, az koştum,
koşmak çarpıntı yaptı.
az gittim, uz gittim,
dönüp dolaşıp,
başlandığım yere vardım.
dere tepe düz gittim,
meğerse bir arpa boyu yol almışım.
çok sigara,
çok kahve,
çok şarap,
içtim.
hepsine dayanacak karaciğer lazım.
çok sevdim,
çok aldattım.
çok gidenim, az kalanım oldu.
çok arkadaşım, az dostum oldu.
dostluğa vefa lazımmış,
onu biraz geç anladım.
çok öldüm, az dirildim.
Tanrı'yı çok sorguladım,
çok inandım
ama
az güvendim.
çok bekledim, çok umut ettim,
çok istedim,
çok aldım.
aldığıman fazlasını da geri verdim.
çok eğlendim, çok kederlendim,
çok hatırladım, az unuttum.
çok delirdim,
az kalsın canımdan oluyordum.
çok kanadım,
çok aktım.
ve
bunların hepsini de aynı yürekle yaptım.
Bugün benim doğum günüm,
ve,
eğer Dante gibi ortasındaysam ömrün,
tüm bunları
daha da çok yaşamak tek dileğimdir.
MART 2008
ara beni, bul beni aforizma, aykırı yazılar, şiir
Bir ilişki hayal edin.
Deliler gibi aşıksınız ama aynı zamanda köpek gibi sürünüyorsunuz.
Tutku hat safhada.
Beraber yaşadığınız, paylaştığınız anların hayatınızın en muhteşem dakikaları
olduğunu hissediyorsunuz ki, öyle gerçekten de.
Size küstüğünde, barışmanız için kapısında yatmaktan sizi kimse alıkoyamıyor.
Kendisi bile.
Kendiniz bile kendinize, yüreğinize, ruhunuza hakim olamıyorsunuz.
Kopup koyvermek dedikleri, bu işte.
Aşka tutuluyorsunuz.
O herkesten farklı sizin için.
Herşey çok daha anlamlı onun yanındayken.
Bir insan uyurken yanındaki sevgilisini özler mi?
Özlüyorsunuz işte.
Hiç gitmesin, sizi bir an olsun bırakmasın istiyorsunuz.
"Aynı bedende caaan gibiyiz" olmak istiyorsunuz.
passion by ~Bersty on deviantART
Hayattaki en basit şeyler bile,
Bir bardak çay, bir bulmaca çözmek bile,
Aşkın dokunuşuyla daha keyifli hale geliyor.
Fakat bir yandan da örseleniyorsunuz.
Örseliyorsunuz birbirinizi.
Bu "ya bir gün onu kaybedersem?" korkusundan daha farklı,
daha acı verici olanı budur işte.
Çok sevdiğiniz ve sevildiğiniz için,
karşıdan herşeyi isteyebileceğinizi sanıyorsunuz.
Ve o da aynı şekilde sizden herşeyi istiyor.
Mesela, en iyi dostunuz ya da aileniz dahi teklif etse
kabul etmeyeceğiniz şeyler talep edebiliyor sizden.
Öncellikle kendinizi değiştirmenizi istiyor.
Sonra 'bazı' arkadaşlarınızla görüşmemenizi istiyor.
Kıskançlık tavan yaptığında hayatı burnunuzdan getiriyor.
Aşk bu ya,
çaba gösteriyorsunuz siz de.
"Onca şey yaptım senin için; bu istediğim bu kadar zor mu?"
diyor,
"Bu kadar zor olmamalı" diyorsunuz,
ama olduğundan daha bile zor geliyor aşkın yükü.
Olmadıkça örseleniyorsunuz.
İlişki örseleniyor,
fakat tutku bu işte tam da;
örselenmek tutkunuzu bütünleyen şey haline geliyor.
"Daha fazla olmayacak, dayanamıyorum" diyorsunuz
Ama karşınıza geçtiğinde yelkenler gene suya iniyor.
Karşılıklı tabii,
Sizden ayrılmaya geldiği kafeden sarmaş dolaş çıkıyorsunuz.
Birbirinize daha anlayışlı olacağınıza dair sözler vererek...
İçiniz yanarak,
"Bu ikili delilik sona erse" diyorsunuz,
ama sadece lafta kalıyor;
aşk peşinizi bırakmıyor.
Bırakmaz da zaten.
Nereye kaçarsanız kaçın...
Ama örselenmek de bir yere kadar,
Aşkın gücü bir yere kadar uzanabiliyor,
Acıdan beslenen tutku bir yere kadar yetiyor.
ve sonra,
bitiyor.
İşte köpek gibi süründüğünüz yer burası.
Köpek gibi acı çekerek, bitmesin diye salya sümük ağladığınız yer burası.
"Bitmesin, gitmesin;
herşeye razıyım. Yeter ki geri gelsin..."
Ama yetmiyor işte geri dönmek,
her şey aynı, yerli yerindeyken,
beraberliğinizde bir toplu iğnenin yeri değişmeden,
safi tutkuyla biraraya gelmek yetmiyor.
Yetemiyor.
O müthiş aşk bir noktaya kadar dayanabiliyor.
I Dont Love You by ~pedrocastro on deviantART
Çünkü, aşkınızın dışında götürdüğünüz bir başka yaşam var,
ve tıkanıyor.
Sekteye uğruyor.
Aylarca herşeyden kopuyorsunuz;
İlişkinizi düzeltmeden hiçbir şeye el atamıyorsunuz.
Ama kör topal da,
yaşanmıyor hayat.
Aşkın merkezde durduğu,
ve herşeyin onun çekim merkezinde döndüğü,
tutkunun dengesizliğinde,
bir hayat,
okula, işe gitmeniz ve
para kazanmanız gereken,
diğer hayatla uyuşmuyor.
Gitmiyor işte.
Ya tam olacaksınız,
ya hiç.
Ne aşk,
ne onun dışında dönen hayat,
yarım yamalak yaşanmıyor;
yaşamanıza izin vermiyor...
Ve,
nihayet bitiyor..
Ölümcül tutkunuzu kazıyıp içinizden atmak istiyorsunuz.
Onsuz daha iyi olacağınıza emin olarak.
Aşk,
tutkusuz kalıyor,
Bir şeyler bitiyor...
Sevgi, saygı, özlem, acı hepsi aynı tren kompartmanına binip,
Size el sallıyor.
Herkes daha iyi olacağınızı,
zaten çok yıprandığınızı söylüyor.
Teselli bulmaya çalışıyorsunuz bir şekilde.
Zaman en iyi ilaçtır deniyor,
kanıyorsunuz...
Yüreğiniz kanıyor,
Öyle çok göz yaşı döküyorsunuz ki,
Boğazın sularına bile küçümseyerek bakıyorsunuz..
Sonra hayat, mecburen elinizden tutuyor.
Yaşamaya 'kaldığınız yerden' devam etmenin yükü,
sizin dışınızdaklere kaşı sorumluluklarınızla,
unutmaya çabalıyorsunuz.
unuttum numarası yapıyorsunuz,
"gün gelir unuturum" sanıyorsunuz.
Bir başka hayat seçiyorsunuz,
kuruyorsunuz kendinize,
mutlu olmanın daha az acılı yollarını arıyorsunuz,
ve belki de keşfediyorsunuz hakikatten...
Şimdi,
tutkunun sarıp sarmalıdığı bir "efsane" olmasa da,
rüyada olmadığınızın bilmenin güveni ile,
kendinizi sağlam hissediyorsunuz.
"Herşey düzgün" diyorsunuz ki,
düzgün görünüyor gerçekten de...
Fırtınasız bir iskeleye demirleyip,
dalgakıranın gerisinde duruyorsunuz;
Ayağa kalktığınıza inanıyorsunuz...
...
...
Bütün bu satırları bana döktüren,
Çağan Irmak'ın gişeleri kasıp kavuran filmi Issız Adam.
Yaklaşık iki saatlik seyirliğin tümü bir yana,
Zira herkesin tutkusu kendine has,
ama
o tutkulu aşktan sonra,
erkeğin ve kadının kurduğu ya da kuramadığı
hayatlar,
kadın ve erkek denen canlının farkını
insana bir daha hatırlatıyor.
Asıl film,
Asıl hayat,
Aşkın kendisinde değil,
sonrasında başlıyor çünkü...
İster dalgakıran arkasına demirlemiş olun,
İster halen okyanus dalgalarının sırtında..
I broke up by ~lightships on deviantART
kış uykusuna yatmak istiyorum,
ayılar gibi,
kaplumbağalar gibi,
şalteri indirip 3-4 ay aralıksız uyumak istiyorum.
yarı aralık pencereden kızarmış ekmek kokusu geliyor,
kalkıp kahve yapmak ve
kitap okumak istiyorum,
dışarda doğan güne rağmen
gene uyuyorum.
uyuyorum
ve
kabus görüyorum..
Bazen "yanlış mı yapıyorum?" diye düşünüyorum.
Edebiyatla profesyonel ya da amatörce ilgilenen herkes yazdığı/karaladığı herşeyi basılı mecralara gönderirken, edebiyat dergilerinin kapılarını aşındırırken, ben sadece "online" kaldım.
Editörlüğünü kendi yaptığım lise dergisi dışında kağıt üstüne hiçbir şiirim basıldı henüz. halbuki 10 yıldan fazladır iyi kötü yazıyorum. İnsan kalkar yollar değil mi bir ktap-lık olsun, bir varlık olsun, ne bileyim bir Simge dersin olsun. Fazin yapar ya da!
Edebiyatla ilgili bloglara bakıyorum, insanlar basılı mecralarda çıkan yazılarının/eserlerinin "kopyasını" dijital ortama koyup, daha çok insana ulaşmayı hedefliyorlar.
Bense çat diye en orjinal haliyle beni okumayan blog okuyucularımla edebi derinliğimi paylaşıyorum.
Salak mıyım neyim...
Bak mesela abudik bir mahkeme kararı doğrultusunda internetin şalteri indiriliyor ve benim pek özlü sözlerim 01010101001 verileri olarak Silikon Vadisi'nin herhangi bir server'ında uslu uslu erişilmeyi bekliyorlar...
Yani dijitalsen bir varsııın, bir yoksun!
Büyük ihtimalle de yoksun.
Zira 3000 yıl önce parşömene yazılmış şeyler halen değerli.
Fakat ani bir elektirik kesintisi nedeniyle ekrana bakarak döktürdğün herşey bir anda kaybolabilir...
Daha kötüsü doğrudan blog penceresine yazıyorsan bir tarayıvı hatası kelimelerine mal olabilir.(Bloggerlara hitabe)
Sanırım benim baya baya uykum geldi....
Bu kişisel günlük tarihe not düşsün.
Bugün ikibin sekiz yılının haziran ayının yirminci günüydü.
Gece.
Yoldayım.
Gene.
Hep.
Her zaman olduğu gibi.Modern zaman bedevisi.
Kulağımda güzel bir kadın İspanyolca ayrılık acısı çekiyor,
ben ışıklar içinde sanayi sitelerinden geçiyorum.
Neresindeyiz bu gidişin bilmiyorum.
Ne zaman uyuyup uyansam
böyle oluyor zaten.
Uyurken yolu kaçırıyorum...Hayatı kaçırıyormuşum gibi hisediyorum...
Parayı bastırınca bu ülkenin en lüks koşullarında oluyor yolculuk,
ama,
oturduğum cam kenarından ay görünmüyor!
"Parayla saadet olmuyor"
bazen gerçek olabiliyormuş demek ki...
.
.
.
Uyudum, uyandım.
Uykuya yoldan daha çok ihtiyacım varmış meğersem,
Neyseki hala yoldayım.
Hala gidiyorum.
Solda güneş yükseliyordu güneye giderken...
Tam da "konsepte" uyardı şimdi. Olsa da dinlesem..
Yolun virajlarında savrulurken,
hayatımın geri kalan virajlarını düşünüyorum.
Yolda virajı önceden kestirebiliyorsun.
Hatta uyarı levhaları var,
seni haberdar eden.
Ama yaşamda öyle mi?
Olmuyor işte öyle.
Kimse, kimsenin deneyimini umursamıyor.
Herkes kendi Amerikasını baştan keşfediyor...
Haziran 2008
ara beni, bul beni edebiyat, hezeyan, yol notları
kulağımda komşu balkondan gelen
rüzgar çanının sesi,
annemin dizlerinde sallandığım günlerin ninnisi gibi..
uykuya dalmakta direniyorum,
canınından bezdiriyorum kadıncağızı
sesi biraz daha kulaklarımda kalsın diye..
uyudu da büyüdü ninni,
büyümez olaydı keşkeeee....
dandini dandini das dana
neler de sığdı
şu kısa hayata
eğlenirken kendimle,
rüzgar hiç bitmesin,
komşunun çan susmasın istiyorum.
Beni benle,
sesimi kafamdaki sesle baş başa bırakmasın..
"la ilahe illallah"lar eşliğinde sabah ezanı okunuyorken,
dua ediyorum,
sen beni akıl sağlımdan etme yarabbim!
Yazıyla aram rakamlarla olduğundan hep daha iyi gitti. Bir türlü ısınamadım rakamlara, sayılara ve onları peşinden sürükleyen matematiğe. Türkçe kitaplarındaki okuma parçalarını hep yeğledim çözdüğüm alışveriş problemlerine.
Ne aklımda belli bir numarayı tutabilirim, ne de ezberime sayısal düzenden bir seri rakam kaydedebilirim. Cep telefonunu en çok yanımda küçük bir fihrist taşıma derdinden kurtulduğum için sevdim mesela.
Vatandaşlık, vergi numarası gibi bir sürü resmi bela çıkartıyor devletler başımıza. Hayretle izlediğim insanlar var ezberlerinden okuyorlar kendilerininkini. Oysa ancak hatırlıyorum ben hangi yılın hangi ayında doğduğumu.
Telefon numaramı üç-beş-altı diye tekrarlayınca gülümsüyor insanlar bana. Sanırım halen tek basamaklara ancak geçtiğimi bilmiyorlar. Oysa ben hangi dilde telefon numaralarının üç-beş-altı; hangisinde ‘üç yüz altmış beş’ olarak okunduğunu bilecek kadar yazınsal bilgiye haizim. Ama matematiğin daima yazıya tercih edildiği bir kültürde para etmiyor kalem üstadı olmak.
Örnekler gırla bende. Al birini vur ötekine.
Misal bizatihi kendisi 010101010010101010100111110101 gibi absürd bir düzenden oluşan şu bilgisayar denen merette, bir ‘yazı yazma programı’ var, ‘Word’ diyor ecnebiler; ‘Kelime’ diyor bizim öz-Türkçe’ciler. Yazı yazma programı da ilginç bir tanım oldu doğrusu, mürekkepten nerelere geldik… Her neyse. Ben bu programın- ve benzerlerinin- içini dışını bilirim. İşin içinde yazıyla ilgili bir şey varsa, öğrenmediğim, kurcalamadığım incik cıncık kalmaz. Eh bu sistemin bir de hesapla ilgili yönü var tabii ister istemez. Gene sevmediğim konulara geldik. Bu kadar samimiyetten sonra size Excel’de toplama çıkarma yapma özürlü olduğumu söylesem herhalde şaşırtıcı olmaz. Sandığınız gibi öğrenmemekte inat etmiyorum, bilakis ilkokuldakinden daha hevesliyim. Acaba rakamları hiç sevmediğimden mütevellit kendi kendime bir savunma mekanizması geliştirmiş olabilir miyim? Belki de olabilirim.
Yirmi birinci yüzyılın sanal dünyasında sıradan insanlardan daha fazla yer işgal edip, nerden baksanız on yıldır bir şekilde ‘kullanıcı adı ve şifresi’ kutucuklarıyla karşı karşıya kalan bir kul olarak ne kadar acı çektiğimi sanırım daha iyi anlayabilirsiniz. Bir ara içinde yaşadığım yıla göre sözüm ona sistemli bir şifre kullanmaya kalktım, sonra nereye, hangi siteye hangi yılda kayıt olduğumu hatırlayamadığımda bu çabam da boşa gitti…
İnsanlıkla uyuşmayan bu yönümden dolayı banka işleriyle ilişkimi minimum düzeyde tutmaya çalışıyorum. Süpermarkette şifremi ‘bir an’ düşünüp girdiğimde bana şüpheli gözlerle bakan kasiyerleri de buradan ayrıca kınıyorum. Sanırım beni en iyi, yedi-sekiz tane kredi kartı kullanıp, hepsinin şifresini doğum tarihleri yapan hafıza fakiri insanlar anlayabilir.
Yazıdaki rakamlardan bile kaçmaya çalışıyorum çoğu zaman. Misal bilgisayar tarifi dışında burada da rakam bulmazsınız. Zira benim üç diye yazdığım 5 , dokuz diye yazdığım 4’e dönüşüyor bir anda…anlamıyorum.
Anlamadığımı da onlar anlamıyorlar.
Ben sevmiyorum rakamları kısacası.
Hiç de sevmedim onlarla gelen her hangi bir şeyi.
Bu dünyada ne kadar ikamet ettiğinizi bile onlar ölçüyor.
Ölçüp biçmek bana göre değil.
Hiç de olmadı.
Bu kelimelerimi de, ‘yazı’yı rakamlardan daha çok sevenlere armağan ediyorum.
Bir gün iktidar dönüp dolaşıp yazıya gelecek; o zamana kadar sabrediyorum.. :))
kağıtlar dağıtıldıktan sonra
masadan kalkamazsın…
Kız kabuslar görüyordu… öyle kabuslar ki, senaryolaştırsa korku filmi bile çekilebilirdi belki. Kabusunda gördüğü her nesne , her mekan, çorap gibi sökülerek eriyip, kayboluyordu.
Bacaklarını toplayıp, ne kadar yukarıya tırmanırsa tırmansın sökülen sıralar hızla onu takip ediyordu; kendi sonunun yaklaştığını anladığındaysa duyulmayan çığlıklar içinde uyanıyordu… aylardır, dizi film gibi, aynı kabusu görüyor ve hiçbir şey yapmıyordu.. yapmamayı tercih ediyordu… sıkıntılı zamanlarında olurdu böyle şeyler..yıllar önce, ailesinden ilk ayrıldığı aylarda kollarında çıkan kırmızı, kaşıntılı benekler gibiydi tıpkı bu kabuslar da… nasıl olsa geçeceklerdi… tıpkı, kendisine tecavüz edildiğini ve her seferinde teslim olduğunu gördüğü kabuslar gibi… ne garip.. her sene gördüğü kabusların senaryosu değişiyordu. ..
Kalktı, köpüklü bir bira daha dolurdu kendine. Erkeklerle, insanlarla baş etmeyi öğrenmişti; ama, hala köpüksüz bira koyamıyordu bardaklara…
Her şey, saçma sapan bir hızla değişiyordu… Yıllar önce elinle koyduğunu, bir daha asla yerinde bulamıyordu insan.
“Geri dönüşümü olmayan hayatımı var gücümle tüketiyorum.” kendiyle konuşmaya devam ediyordu son yarım saattir. “Öteki sapaktan dönseydim, başıma ne geleceğini neden bilemiyorum?” Kaderin ana rahmindeyken çizildiğine inanmıyor olsa da, “keşke?” demekten kendini bir türlü alamıyordu… keşke o gün o kapıdan girmesiydim, keşke ona kapıyı hiç aralamasaydım… ve daha bir sürü zırva beynini kurcalıyordu… ah şu teknoloji insan beynine de uygulanabilseydi keşke! Bir “C:/ format” atabilse zihnine… anılarına, anlarına.
“fabrika ayarlarına” geri dönüşü olsa… işe yaramayan, virüslü dosyaları ayıklasa; sadece sağlamlar kalsa geriye…
“None Regrets! diyerek sen kendini kandır kızım, çevrendekiler o pişmanlıklarını bir bir yazıyor defterlerine… amaaan başlarım onların defterlerine de…”
Kuzeni “Boktan bir hayat felsefen var!” derken, haklımıydı acaba? Peh! Sanki, kuzenin kendisi çok düzgündü de...Kimin umurunda!
Aldatmalar, aldatılışlar, gitmeler…
Sahi hiç aldatıldı mı acaba? Hiç bilmiyordu bunu… Evet, kullanılarak, oynanarak hislerinin aldatıldığı pek çok an oldu ama, en azından klasik manasıyla aldatılmamıştı. Bu bir avuntu olabilir miydi peki?
“O kadar çekici ve dişi bir hatunum ki kimsenin g.tu beni aldatmayı yemez…Yok canım, git işine! Çocuk mu kandırıyorsun be güzelim. Uyan, ayıl da, kendine gel. Millet senden alacağını aldı, sktrdi gitti. Daha neyi gözüne sokayım, Tanrı aşkına?”
Kendine kızdığı kadar hiçbir şeye, hiç kimseye kızmıyordu aslında.
İnsan kaderini kendisi çizebiliyorsa, hatuncuğumuz kendi elleriyle hayatını mahvetmiş demektir. Şimdi, en başa sarıp bakalım desem, bu zoraki melonkolikten, eminim ki, herkes çok sıkılacaktır… En güzeli ufak örneklerle geçiştirmek… tıpkı, şu son günlerde dönen, popüler cips reklamlarında açlığın geçiştirildiği gibi… Misal 1: Ona en çok değer veren kişileri yanlış seçimleriyle kendiden kaçırarak, sonrasında “Neden yalnızım?” diye kederlenmek…
Misal 2: İki yıl önce, mevsimin gene bu tatlı zamanlarında, sabah ezanına kadar şarap içip yazdığı şu satırlar: “Neden beni kendinden çok sevenleri umarsızca kırıp acıtıyorum da, sevgimi hiç hak etmeyenlere yüreğimi sonuna dek açıyorum?”
Olmadığını, olmayacağını zar zor kabul edip, kabul etmiş görünüp, sonra da Tanrı’ya kızmak… Her biri olgunlaşmanın yaşanması gereken(!) parçaları olamayacak derecede ağır geliyor zaman zaman…
“Faturayı neden böylesine ağır faizlerle ödüyorum?”
Sonra bir parça çalmaya başlıyor, hani kendine inancını yeniden geri getiren…Tanrıyı 3 dakkalığına olsun bir kenara bırakıp, sadece sözlerine tapabileceğin, o içine işleyen, seni okuyan yıllanmış parça... sen daha ufacık bir çocukken bestelenmiş ve günün birinde yaşam kaynağına dönüşen o sözler…
Sonra…
Sonra, her şey değişiyor; her şey geçiyor.
Geceye mumlar yakıyorsun,
gene köpüğü kaçırılmış bira döküyorsun bardaklara…
Ve kendi şerefine kaldırmanın keyfini çıkartıyorsun!
ara beni, bul beni aşk, aykırı yazılar, edebiyat, hezeyan
Nerden gelir takılır insanın peşine eski şarkılar,
mırıldanırken kemirir içini,
ne başını hatırlayabilirsin
ne de yarım yamalak cümlelerini
sana anımsattıkları da yarım yamalaktır çünkü.
“insan unutmak istediğini unuturmuş”
palavrası çarpar yüzüne,
gidememenin can sıkıntısıyla
arafta debelenir kalırsın...
damarlarında rh pozitif kanı yerine
yüksek oranda fermante üzümsuyu, yanmış tütün kokusu, yavan kafein tadının
işte acıyı uyuşturacak ne varsa,
gezindiğini hissediyordu.
ayık kalmayı sevmezdi pek;
ayıkken farkındalığı artıyor,
bazı bazı dayanılmaz haller alıyordu.
zeki bir aptal,
akıllı bir deliydi;
hepsini birden taşımak öyle zordu ki.
ve
hepsinin farkındalığında olmak...
koşarak gitmek isterken,
iki ileri bir geri gidememek gibiydi
yaşamak bu aralar.
bir iyi
bir kötü.
ama
negatiflerin,
pozitifleri
elediği bir yaşamda
kanının rh pozitif akması
pek de
kâr etmiyordu o kış.

Kız,
uzaklardaki bir geminin
fotoğrafını çekti,
içindekileri düşledi.
baktı.
çekti.
düş-tü...
el salladı gemiye
ama,
onu görmediler.
içi burkuldu
ama
yaşamak da acı yenen bir çukulataydı
en nihayetinde
yedi.
düşledi
bitti.
Sonra kız,
bir İstanbul düşledi.
sığmadı kent
düş gecelerine.
kız kalkıp gitmek istedi,
bırakmadı İstanbul.
ne adamakıllı bırakıp gidebiliyordu
ne de kalabiliyordu.
İstanbul O’nun adıyla
başlayan bir kentti artık.
düştü kız.
kırıldı.
ama gidemedi.
günü birlik ısırıklardı
geriye kalan İstanbul’dan,
bir de gidememek korkusu
öyle ya,
bağımlıydı
nikotine, alkole, İstanbul’a, sevilmeye...
bir gündü,
kim demişti,
parkta tanıştığı bir adam,
27 çeşit bağımlılık varmış yeryüzünde;
üç beş tane de kendisinde
ne çıkar sanki!
büyük,
küçük,
hiç bir gemi gelmiyordu
uzaklardan.
düştü gördüklerinin hepsi,
kırıldı.
elleri kan revan.
Kız,
iki satır bir şeyler
karalamak istedi,
güneş battı,
göremedi,
ağlayamadı,
gitti...
Eee saki,
şarap da bitti
söyle şimdi neyleyim?
nerelere gidelim?
gidemez miyiz?
deme yahu...
öyle ciddi yani ha?
bu gün de geceye kavuştu dost.
oysa ben sanırdım ki
masadaki
tuzluk ve karabiberlik gibidir aşk.
masanın bir ucuna
gitti mi
tuzluk, onu özler
takılır peşi sıra
beyaz masa örtüsünde
kayar gider karabiberlik....
meğer
gecenin gündüzü kovalamasından
daha ciddiymiş yaşamak...
ara beni, bul beni aykırı yazılar, şiir
Yanılabilir, hata yapabilir, hatta berbat da olabilirsiniz..
Ama kendinize bir şans tanıyın..

yani diyor ki şair,
"I mighten be wrong,
be mistaken
abused,
sucked and
exhausted..
But,
I'm still alive..
Ama, hala hayattayım... :-)
Yanılmış,
hata yapmış,
kullanılmış olabilirim .
hatta kendimi berbat da hissedebilirim.
Ama, hala hayattayım... " 09.mayıs.2005
bunları program başına bilmem kaç yüz dolar alan bir NLP uzmanı söylemiyor, ayakları kırık camlara basa basa yürümüş, az yaşamış çok tatmış biri tavsiye ediyor.. hatta sadece kendisine tavsiye ediyordu, paylaşası geldi öylesine.
düşündü ki herkes dibe vurabilir, bi'tane yukarı çıkan örnek olsun ortalıkta.
herşeye rağmen 'hayatta olma' güdüsü ayakta kalmamızı sağlayan..
edebiyatçı da okuyucusuna en mahremini açandır. yazdıklarıyla ayakta durandır.
yazıyorum, çünkü yapabileceğim daha iyi bir iş yok.
çünkü bildiğim başka bir iş yok..
yazıyorum, çünkü öyle...
ara beni, bul beni aykırı yazılar, edebiyat, hezeyan
fanustaki balık gibiyiz. 
hepimiz.
her birimiz.
hiç bi farkımız yok suya yem atılmasını uman,
bekleyen kırmızı balıktan..
balık balık,
alık alık,
dört dönüp duruyoruz,
fanus bize,
biz fanusa baka baka. 
kurtulsak ne fark eder,
hatta kurtulmasak daha iyi.
bahane fanusta.
biz fanusta.
fanusun bir filtresi bile yok.
öylesine muhtacız bakılmaya...
Bir kitap var "YÜRÜMEYE ÖVGÜ"..yıllardır gözümün önünde bir türlü edinip, okuyamadıklarımdan..
yazar David le Breton, 2003 yılında Sel Yayınları basmış(tı). iyi de etmiş. bu gördüğünüz sarı yaprak odamın duvarından, radikal kitap ekinin tanıtımından. aynı tadı vermez ama, buyrunuz tümünü okuyunuz. hatta bulursanız kitabı edininiz, bir tane de bana alınız.
ara beni, bul beni edebiyat
ve tüm düşüncelerim değişti..
youtube sağolsun şimdi gönlümüz ne zaman isterse seyreyliyebiliyoruz..eskiden eko tv olsun, efendime söyliyim number 1 olsun, trt2'nin geç saatleri olsun artık nerde yakalamışsak, biz '90 özel tv'lerin yeni yetmeleri için, bu konser kayıtlarını, kliplerini seyredebilmek müthiş bir mutluluktu. 1989 yapımı (şuanda internette gezinip bu siteye rastlayan bir çoklarınızla yaşıt:) bu hoş şarkı 80'lerden ruhumuzu okşayan tınılardan biridir..kalbini sesini dinleeee diye moda mod bir çeviri yapmayınız, biz de biliyoruz, arabeskleşiyor, evet.
80'lerin unutulmaz grubu Roxette'den tüm kafası karışık aşıklar için geliyor: Listen to your heart..
sevgilerimle..
"listen to your heart
when he's calling for you.
listen to your heart
there's nothing else you can do.
i don't know where you're going
and i don't know why,
but listen to your heart
before you tell him goodbye..."
uzun bukle bukle saçlar..
o ses sanki saçlarının kıvrımları gibi, sözlerle havaya karışarak çıkıyor..
bu adamlar, bu ses, bu şarkı ben bir içmek arzusu yaratıyor ki zor dayanılır.
Huzurlarınızda Dream Theater'ın Awake albümden "The Silent Man"
"sin without deceivers
a god with no believers
i could sail by
on the winds of silence
and maybe they won't notice
but this time i think
it'd be better if i swim"
kesmediyse bu da konser kaydı :
geçenlerde nadiren kontrol ettiğim "eski" bir e-posta adresimi tekrar açmak istedim. bakalım yeni gelen giden neler var diye..
Giriş yaptıktan sonra, türkçe meali "Sayın hebele, üzgünüz e-posta hesabınız 3 ay hiç girilmediğinden dolayı kapatılmıştır. Sadece bununla da kalmadık, eski hiç bir mail'ınızıa, klasörünüze, dosyanıza artık ulaşamayacaksınız, hepsini sildik! nihohahah" olan bir yazı karşımda duruyordu.
Evet girmiyordum, kullanmıyordum; bi takım eski anıları hatırlatmasın diye, ama tamamen silmenin ne alemi vardı? ömrümden belli bir kesiti bıçak ve spatula ile kesip, ayırıp, çıkartıp atmışlardı sanki. uçtu gitti hayatımın o dönemine ait 'dijital' hatıralar..bir faydası yoktu, ama orda dursundu ne var..
bu şu demek oluyor bilimkurguya enfes malzeme olan insan beyni, kim ne yaparsa yapsın dijital hafızalara benzemez. Silinemez "cat!" diye.. meraklısı için bakınız Eternal Sunshine of the Spotless Mind diyorum. başka da bişey diyemiyorum ya..
ömür çiçek kadar narin,
bir gün kadar kısaa,
ağlamaaa değmez hayat bu gözyaşlarınaaa
tadında akıp giden bir yeşilçam jeneriği vardır ki, insan eşlik etmeden duramaz..
Bu sene, eski yıl - yeni yıl aldısı verdisi yok. Dökümsel analizlere girmeyeceğim, yoruldum...
Onun yerine elimizde şu var: http://www.gunlukhayat.com/yazi/yeni-yila-bel-baglayanlara
Okuyunuz, sitedeki başka yazar arkadaşları da inceleyiniz. Abone olunuz. Hayat ne garip, vapurlar falan deyiniz..
ara beni, bul beni aforizma
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

